HZ. FÂTIMA’NIN HAYATI
Hz. Fâtıma, Resûlullah (SAV) Efendimizin biricik kızı, seyyidler neslinin şerefli annesi, Peygamberimizin pak neslini devam ettiren iffet ve fazilet semboldür. Annesi, Resûlullah (SAV) Efendimizin bir türlü unutamadığı, yeryüzünün en şerefli kadınlarından birisi olan, İslâm’ın ilk davetine tereddütsüz uyma ve iman etme bahtiyarlığına eren Hz. Hatice'dir. Hz. Hatice'den doğan altı evlâdın beşincisi olarak, Peygamberlik güneşinin doğmasına yakın bir zamanda bu fani dünyaya gözlerini açtı. Onun dünyayı tanımaya çalıştığı hayatının ilk yılları İslam davasının pek çetin mücadeleler ve sıkıntılar içinde bulunduğu devreye rastlamıştır.
Müşrikler bir türlü davasından vazgeçiremedikleri Hz. Peygambere (SAV) işkence ve eziyet etmeye başlamışlardı. İşte, bu nur topu gibi yavru, böyle çileli günlerinde filizlenmişti. Resûlullah (SAV) Efendimiz, evlatlarının hepsini seviyordu mutlaka, ama Fâtıma'ya ayrı bir ihtimam ve şefkat besliyordu. Onun kendi mübarek neslini devam ettireceğini, seyyidlere ana olacağını hissedip görüyor ve kıyamete kadar gelecek o mübarek neslin şefkatiyle Fâtıma'yı kucaklayıp bağrına basıyordu.
Hz. Hatice 25 yıllık bir evlilikten sonra bu fâni âleme gözlerini kapadığı sırada hicrete üç yıl vardı. Bu yüce kadının ardından da Resûlullah (AS) müşriklere karşı en büyük hamisi olan amcası Ebu Talip’in vefatı, Resûlullah (AS)’a ve müminlere öylesine ağır geldi ki, bu yıla "hüzün yılı" adını verdiler. Hz. Hatice'nin vefatıyla biricik Fâtıma annesiz kalmıştı. Resûlullah (AS), onun küçük kalbinin mahzun olmaması için elinden geleni yapıyor, ona hem baba hem de anne şefkati göstererek, acısını unutturmaya çalışıyordu.
Resûlullah (AS), onu bir gül goncası gibi istikbale hazırlıyor, adeta üzerine titriyordu. Her evden çıkışında ve dönüşünde onu mutlaka öpüyordu. Fatıma'nın da nebiler sultanı olan babasına karşı muhabbeti ve bağlılığı çok fazlaydı. Onu biraz kederli görse yüzü solar, sevinçli görse yüzünde tebessüm çiçekleri açardı. Ebu Talip’in ölümünden sonra müşrikler tahkir ve hakaretlerini fiiliyata dökmüş, Yüce Nebi’ye her türlü eza ve işkenceyi yapmaya başlamışlardı.
İbadet anlarında üzerine pislik atmak ve taşlamak dahil, her türlü ezayı yapmaktaydılar. İşte yine böyle bir gün Resûlullah (AS), üstü başı toz toprak içinde eve dönmüştü. Onu karşılayan Fâtıma boynuna sarılmış, bir yandan hıçkıra hıçkıra ağlıyor, bir yandan da sevgili babasının üstündeki tozu toprağı silmeye çalışıyordu. Ne olacaktı? Yoksa bu müşrikler hayatta biricik varlığı olan babasını da kendisinden koparacaklar mıydı? Bu gibi karanlık düşünceler küçük Fâtıma'nın mahzun gönlünü daha da hüzünlendiriyordu. Ancak âlemlere rahmet olarak gönderilen Yüce Peygamber, şefkatli baba, bu kalbi mahzun yavruyu şu tatlı sözlerle teselli ediyordu:
"Korkma yavrum, Allah babanı koruyacaktır."
Müşriklerin eziyetleri yüzünden, Mekke Müslümanlara dar gelmeye başlamıştı. Bir İlâhî tecelli bekleniyordu. Nihayet Hicret izni geldi. Müslümanlar birer birer Mekke'yi terk etmeye başladılar. Bu sıralarda müşrikler başka çare olmadığını görmüş, Resûlullah (AS)’ın, hayatına son vermek için plânlar yapmaya başlamışlardı. Yine böyle bir plân tatbik edecekleri gece Resûlullah (AS), Hz. Ebu Bekir'le birlikte gizlice Mekke'yi terk etti. Hz. Fâtıma ve diğer aile fertlerini yanına alamadı. Onları Mekke'de bırakmak mecburiyetinde kalmışlardı.
Medine'ye varıp Ebu Eyyüp el-Ensari'nin evine yerleştiğinde Resûlullah (AS), ilk iş olarak Zeyd bin Harise ile Ebu Rafi’yi, Mekke'deki aile efradının getirilmesi için vazifelendirdi. Onlar hemen Mekke'ye gittiler ve Hz. Fâtıma ile birlikte Ümmü Gülsüm'ü, Peygamberimizin hanımı Sevde binti Zem'a'yı ve Üsame bin Zeyd'i alıp getirdiler. Böylece karanlık ve sıkıntılı bir devir geride kalmış oldu. Resûlullah (AS)’da, "Fâtıma benden bir parçadır, onu üzen beni üzmüş ve onu sevindiren beni sevindirmiş olur" diyerek kıymetini dile getirdiği sevgili yavrusuna kavuşmuştu.
Yıllar akıp geçiyor, İslâm dâvâsı gittikçe büyüyerek parlak bir istikbale yürüyordu. Bedir'den sonra Uhud'da Müslümanlar müşriklerle karşı karşıya gelmişler, çetin bir harbe tutuşmuşlardı. Müslümanların dağıldığı bir sırada müşrikler Resûlullah (AS), yakınına kadar sokularak dişlerinin kırılmasına ve kanlar içinde kalmasına bile sebep olmuşlardı. Hz. Fâtıma sevgili babasının bu halini haber alınca, hemen koşmuş, Ashabın bir türlü dindiremediği kanları, hasır otlarını yakıp külleriyle dindirmişti. Ashab-ı Kiram da Hz. Fâtima'ya karşı büyük bir hürmet ve muhabbet beslemekteydi. Hattâ onun Resûlullah (AS)’a, çok benzemesinden dolayı kendisine "Ümmü Ebiha" (babasının annesi) diyorlardı.
Hz. Âişe Vâlidemiz anlatıyor:
"Fâtıma içeri girdiğinde Resûlullah (AS), kalkar, onu öper ve yerine oturturdu. Hz. Peygamber (SAV) onun yanına girdiğinde de o kalkar, babasını öper, ona yerini verirdi. Hal ve gidiş bakımından, oturuş ve kalkışında Fâtıma kadar Resûlullah (AS)’a, benzeyen birini görmedim."
İbni Abbas bu eşsiz baba kız muhabbetine işaret ederek şöyle der: " Resûlullah (AS), bir seferden döndüğünde mutlaka kızı Fâtıma'yı ziyaret edip öperdi."
Hicretten sonra Medine'de Hz. Ayşe Validemizin yanında kalan Hz. Fatıma 15 yaşına gelmişti. Sahabenin ileri gelenleri kendisini Peygamber Efendimizden istemişler ve bu vasıta ile Resûlullah (AS), daha yakın olmayı, o şerefle şereflenmeyi arzulamışlardı. Ancak Peygamber Efendimiz (SAV) hepsini nazik bir şekilde reddederek şöyle cevap veriyordu. "Kızım Fatima hakkında Allah'ın kararını bekliyorum."
İsteği reddedilenlerden birisi de Hz. Ömer'di (RA). Hz. Ömer aldığı menfi cevap üzerine Hz. Ali'ye (RA) şöyle dedi: "Ey Ali, anlaşılan o ki, Fatıma senin olacak."
Hz. Ali (r.a.) Fâtıma'yı istiyordu, ama bunu Resûlullah (AS), nasıl ifade edecekti? Bir türlü cesaretini toplayamıyordu. Nihayet bir gün Resûlullah (AS), huzuruna çıkmaya karar verdi. Bundan sonrasını kendisinden dinleyelim: "Fâtıma'yı istemek üzere Kâinatın Efendisinin huzuruna çıkmıştım. Fakat yüzüme baktıkları anda dilim tutuldu, tek kelime söyleyemez oldum. Nihayet Resûlullah (AS), şöyle buyurdu: "Bir ihtiyacın, bir arzun mu var, ey Ali?"
"Aynı soruyu üç defa tekrarlamalarına rağmen bende yine cevap yoktu. Sonunda Resûlullah (AS), "Öyle sanıyorum ki, sen Fâtıma'yı istemek için geldin" buyurdu. Bu defa "Evet" diyebildim. "Mehir olarak verebileceğin bir şeyin var mı?" dediler. "Hayır yok, Ya Resûlullah (AS), " dedim. "Benim sana kuşandırdığım bir zırh vardı, o ne oldu?" buyurdular. "Duruyor," dedim. "İşte o zırhı satıp tutarını bana getir. Fâtıma ile nikâhınız için Mehir olarak kâfi gelir," buyurdular. Elde edilen para ile en iktisatlısından ev eşyası alındı. Bu mübarek, Peygamber neslinin çekirdeği yuvanın kuruluşu da bizzat Resûlullah (AS)’ın, mübarek eliyle oldu. Nikâhlarını o kıydı. Kurulan yuvaya giderek kızı Fâtıma'yı bir yanına, Ali'yi bir yanına aldı. İstediği bir miktar su ile abdest aldı. Abdest suyunun bir kısmını Fatıma'nın, bir kısmını da Ali'nin üzerine serperek şöyle duada bulundu: "Allah'ım, onların her ikisine bu evliliği mübarek kıl. Allah'ım, onlardan gelecek nesilleri de mübarek eyle. Allah'ım onları şeytanın şerrinden koru." Sonra İhlâs ve Muavvizeteyn Sûrelerini okudu." Âlemlere nur ve irfan saçacak, seyyidlere beşiklik edecek, feyiz ve fazilet menbağı olacak mukaddes bir yuva, böylece kurulmuş oldu. Artık bu hâne Resulullahın zaman zaman gidip, Cennet köşesinin saadetini duyduğu bir yuva olmuştu. Hele aradan zaman geçip de Hasan ve Hüseyin gibi iki nur torun dünya ya gelince, o yuva daha büyük neşe ve sevinç haline geldi.
Bu mübarek aile artık Âl-i Beytini teşkil ediyordu. Yüce Peygamberin kendisinden sonra ümmetinin hidayete ermesine vesile olacağını müjdelediği iki şeyden birisi Kur'an-ı Kerim, diğeri ise, temeli bu şekilde atılan Âl-i Beyt idi.
Resûlullah (AS), çok sevdiği nur torunlarını kucağına alır, koklar, öper, onlarla koşar ve eğlenirdi. Hatta onlara bizzat hizmet etmekten büyük zevk alırdı. Hz. Ali anlatıyor: " Resûlullah (AS), bir gün evimizi şereflendirmişti. Hasan ile Hüseyin uyumaktaydılar. O sırada Hasan uyandı ve süt istedi. Bir koyunumuz vardı. Resûlullah (AS), hemen kalkarak koyun sağmaya gitti. Bir de ne görelim, sütü pek az olan koyun, Resûlullah (AS)’ın, sağmasıyla bol süt verdi, Resûlullah (AS), sütü Hasan'a içirmeye başladı. Bunu gören Fâtıma, 'Ya Resûlullah (AS), herhalde Hasan'ı daha fazla seviyorsun” dedi. Resûlullah (AS), “İkisini de aynı derecede seviyorum, fakat Hasan önceden süt istemişti.” buyurdu. Ve şunu ilave etti. “Ey Fatıma, kıyamet günü, ben, sen, şu iki yavru ve Ali, hepimiz aynı yerde olacağız."
Bir defasında da Resûlullah (AS), hazır olan yemeği hep birlikte yedikten sonra abasını, Hz. Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin'in üzerine örterek, "Allah'ım, işte bunlar benim Ehl-i Beytim ve ÅI-i Abamdır. Sen onları rızana aykırı şeylerden uzak tut" buyurmuştur.
Evet, Hz. Fâtıma'ya olan şiddetli muhabbet, sadece evlât şefkati ve muhabbeti değil, aynı zamanda davasına hakiki mirasçı olarak sahip çıkacak seyyidler neslinin başı olmasından ileri geliyordu.
Resûlullah (AS), bu mesut ailenin kederiyle de, sevinciyle de her an alâkadardı. Bir gün Hz. Ali ve Fâtıma arasında çıkan bir tartışma üzerine, onları barıştırmak için evlerine gitmişti. Eve girerken, yüzünde keder ifadesi vardı. İçeri girip oturduktan sonra bir yanına kızı Fâtıma'yı, diğer yanına da Hz. Ali'yi aldı. İkisinin de ellerini tutup, önünde birleştirdi. Böylece onları barıştırdı. Dışarı çıktığında sahabeler sordular: "Ya Resûlullah (AS), içeri girdiğinizde üzgündünüz, şimdi ise sevinçlisiniz, neden?" Resûlullah (AS), şöyle cevap verdi: "Çünkü en çok sevdiğim iki insanı barıştırdım."
Hz. Fâtıma her haliyle Resûlullah (AS)’ın, kızı olduğunu gösterecek vasıflara ve meziyetlere sahipti. Bir gün etrafında bulunan Sahabelere Resûlullah (AS), şöyle bir sual tevcih buyurmuştu: "Kadınlar içinde en hayırlı şey nedir?" Orada hazır bulunan Hz. Ali de dahil, kimse bu suale cevap verememişti. Hz. Ali oradan ayrılıp evine gitmişti. Aynı soruyu hanımı Fâtıma'ya sordu. Hz. Fâtıma buna hiç düşünmeden şöyle cevap verdi: "Neden demedin ki, kadınlar için en hayırlı şey, zaruret dışında, onların erkekleri, erkeklerin de onları görmemeleridir." Bu hikmetli cevabı alan Hz. Ali, hemen Resûlullah (AS)’ın, huzuruna gitti. Resul-i Ekrem bu cevabı kendisinden duyunca, "Bunu sana kim öğretti?" diye sordu. Hz. Ali de, "Kızınız Fâtıma" cevabını verdi. Bunun üzerine Resûlullah (AS), "Şu bir gerçek ki, o benden bir parçadır" buyurdu.
Resûlullah (AS)’ın, bu âleme veda etmesinin yakınlaştığı günlerde geçen bir hadiseyi de Hz. Ayşe Validemizden dinleyelim: "Bir gün yürüyüşü Resûlullah (AS)’ın, yürüyüş gibi olan Fâtıma yönelip geldi. Resûlullah (AS), onu görünce, 'Merhaba ey kızım,' dedi ve sağ veya soluna oturttu. Kulağına eğilip bir söz söyledi. Bu söz üzerine Fâtıma ağladı. Daha sonra bir söz söyledi. Bu defa Fatıma güldü. Bunun üzerine ben Fâtıma'ya 'Senin hüzünden sevince bu kadar çabuk geçtiğin bir anını görmedim, deyip Resûlullah (AS)’ın, kendisine ne söylediklerini sordum. O bana, 'Ben Resûlullah (AS)’ın, sırrını ifşa edemem' diye cevap verdi. "Ne zaman ki, Resûlullah (AS), vefat etti. Fatıma gizlediği sırrı o zaman bana açıkladı, Ve Resûlullah (AS)’ın, o zaman kendisine, 'Cebrail bu sene iki defa arz etti. Ben bunu ecelimin yaklaştığına yoruyorum. Ve sen bana ulaşacakların ilki olacaksın' Birincisini duyunca üzüldüm, ikincisini duyunca sevindim." Dedi.